TMMOB İNŞAAT MÜHENDİSLERİ ODASI 48. OLAĞAN GENEL KURULU SONUÇ BİLDİRGESİ
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası 48. Olağan Genel Kurulu Ana Sorunlar Komisyonu tarafından hazırlanan ve Genel Kurul tarafından kabul edilen sonuç bildirgesi yayımlandı...
Eklenme Tarihi: 07/11/2022
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası 48. Olağan Genel Kurulu, etkisini sürdüren covid-19 salgını, ağır ekonomik kriz ve savaş koşullarında gerçekleştirilmiştir.
Yılardır Ortadoğu’yu kana bulayan, vekâlet savaşlarıyla istikrarsızlaştıran emperyalist devletler şimdi de Ukrayna’da yıkıma yol açan bir savaşın fitilini ateşlemişlerdir. Rusya’nın ve NATO’nun Ukrayna üzerinden hesaplaşması milyonlarca masum insanın hayatını karartmaktadır. Daha şimdiden savaş sebebiyle yurdunu terk edip başka ülkelere gitmek zorunda kalanların sayısı üç milyonu aşmıştır. Avrupa kıtası da yeniden savaş coğrafyaları arasına katılmıştır.
Ülkemizde ise TBMM işlevsizleştirilmiş, kamu gücünün tüm yetkileri tek elde toplanmış, yerel yönetimler halkın iradesi yok sayılarak kayyumlara terk edilmiştir ve kayyumluk mekanizması tehdit aracı olarak kullanılmaktadır. Ülkenin kaderini belirleyen tüm karar alma süreçleri tek merkezden yürütülmektedir. Cumhuriyetin birikim ve deneyimini taşıyan kurumların içi boşaltılmıştır. Demokratik mekanizmalar felç edilerek demokratik siyaset alanı iktidar yandaşları dışında kalan tüm kesimlere kapatılmakta, yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılarak hukuk siyasetin baskı aracı haline dönüştürülmekte, sorunların çözümünde şiddet ve baskı yolu tercih edilmektedir. Toplumsal alanda kutuplaştırma siyaseti izlenmekte, toplumun tüm kesimleri birbirlerine düşman haline getirilerek iktidarı sürdürme politikaları sürdürülmektedir. Düşünce ve ifade özgürlüğü rafa kaldırılmıştır. Oysaki toplumun talebi ve ihtiyacı olan eşit yurttaşlık temelli bir arada yaşam iradesi, hem toplumsal barışımızın hem de geleceğimizin teminatıdır.
Odamız, TMMOB ve bağlı Odaları ile diğer meslek kuruluşları, sendikalar ve demokratik kitle örgütleri de bu çatışmacı siyasetin hedefi haline getirilmektedir. Ülkedeki otoriterleşme eğiliminden güç alanlar meslek örgütlerini tehdit ederek, toplum nezdinde itibarsızlaştırmaya çalışarak siyasi rant elde etmenin peşine düşmüştür. Bu yolun kimseye faydası yoktur. Bu kutuplaştırıcı dil toplumsal barışımızın temellerini dinamitlemektedir. Meslek Odamız bugüne kadar vesayet altına girmemiş, hiçbir siyasi odağın arka bahçesi olmamış, yalnızca kamu yararını gözeterek faaliyette bulunmuştur.
Genel Kurulumuz, Türkiye tarihinin en ağır ekonomik krizlerinden biriyle karşı karşıya bulunduğumuz bir dönemde gerçekleştirilmiştir. Salgın dünya ölçeğinde ekonomik dengeleri bozmuş, tüm ülkeler için zor koşullar yaratmıştır. Ancak Türkiye özelinde başarısız ekonomi ve siyaset yönetiminin yol açtığı tahribat nedeniyle ekonomik zorluklar dünya genelinde olduğundan çok daha ağır biçimde hissedilmektedir.
Elbette bu kriz aşamasına bir gecede ulaşılmamıştır. Ülke ekonomisi, özellikle son 20 yılda uluslararası sermayeye muhtaç edilmiş, üretim ekonomisi anlayışından uzak bir karaktere kavuşturulmuştur.
Bu gidişatta tüm yurttaşlarımız gibi meslektaşlarımız da yoksullaşmakta, emekleri değersizleşmekte, borçlanmakta ve işsiz kalmaktadır. Asgari ücrete yapılan yüzde 50’lik zam yılın daha ilk iki ayında erimiştir. Enflasyon oranı TÜİK rakamlarına göre dahi yüzde 50’yi aşmış ve yıl boyunca daha da artacağı öngörülmektedir.
Odamızın, üyelerimiz arasında yaptığı araştırmaya göre inşaat mühendislerinin yüzde 74,6’sı ücretli olarak çalışmaktadır. 2021 yılı itibarıyla meslektaşlarımızın yüzde 27,5’inin geliri asgari ücretin bile altında kalırken, yüzde 20,3’ü ise asgari ücret veya onun biraz üstünde gelir elde etmektedir. Hali hazırda yarısı asgari ücret seviyelerinde ve altında çalışan inşaat mühendisi oranının, 2022 yılındaki ücret zamlarındaki dengesizlik dikkate alındığında çok daha artacağı kesindir.
DİSK’in araştırmasına göre geniş tanımlı işsizlik yüzde 22.9 oranına ulaşmıştır. Odamızın yaptığı araştırmaya göre inşaat mühendislerindeki işsizlik oranı ise yüzde 28,2’dir. Görüldüğü gibi meslek alanımızdaki işsizlik oranı ülke geneline göre çok daha yüksektir. Bu işsizlik verileri ortadayken ülkemizin ciddi anlamda inşaat mühendisi ihtiyacı bulunmaktadır. Yürürlükteki mevzuatın uygulanması halinde bile çok sayıda inşaat mühendisi istihdam edilecek, hem de yapı güvenliği konusunda zaten yapılması gerekenler hayata geçirilmiş olacaktır.
Milyonlarca üniversite mezunu genç iş bulamamaktadır. Yine DİSK’in araştırmasına göre genç işsizliği yüzde 21,6’dır. Genç inşaat mühendislerinin işsizlik oranı ise 48,3’tür. Meslek alanımızdaki genç işsizliği oranı ile ülke geneli arasında büyük bir fark olduğu görülmektedir. Nitelikli eğitim almış, donanımlı birçok genç ülkeden umudunu keserek yurt dışında çalışmak istemektedir. Özgür düşünceye kapalı, bilimsellikten uzak, gerici ve kayırmacı politik iklim gençlere hiçbir gelecek vaat etmemekte, onları karamsarlığa itmektedir.
Cinsiyet ayrımcılığına dair politikaların ve söylemlerin bir sonucu olarak, kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri ülke gündeminden düşmemektedir. Salgın koşullarında kadınlar açısından fiziksel, psikolojik ve ekonomik eşitsizlikler daha da artmış, çalışma hayatında var olan eşitsizliklere, öncelikle kadınların ücretsiz izne gönderilmesi, işten çıkarılması, ücretlerin eksik ödenmesi gibi yeni eşitsizlikler eklenmiştir. İnşaat mühendisi kadınlar arasındaki işsizlik oranı yüzde 47,1 olmuş, yine ülke genelinde olduğundan çok daha yüksek seviyelere ulaşmıştır.
Kamuda Mühendis, Mimar ve Şehir Plancılarının istihdamı oldukça düşük seviyelerdedir. Oysa kamunun ihtiyacı bunun çok üzerindedir. Bir yandan zaten ihtiyacın bu kadar gerisinde istihdam sağlanırken diğer yandan da liyakatsizlik, kayırmacılık had safhaya ulaşmıştır. Kamu kurumlarındaki liyakatsizlik hem kamu hizmetinde zafiyete hem de ülke kaynaklarının yanlış yönetilmesi nedeniyle büyük bir tahribata ve zarara yol açmaktadır. Kamu hizmetlerinin güvencesiz, kiralık, taşeron, geçici, sözleşmeli personeller aracılığıyla gerçekleştirilmesi anlayışından derhal vazgeçilmeli, eşit işe eşit ücret anlayışı hâkim kılınmalıdır.
Kendi işyerinde çalışan meslektaşlarımız ise inşaat sektöründe yaşanan krizin etkisi altında ezilmektedir. İnşaat taahhüt işleri yapan firmalar kamudan ödeneklerini alamadıkları için iflas noktasına gelmiştir.
Yapı üretim sürecine rant temelli bakan zihniyet kamu yararı için çalışan meslektaşlarımıza da ‘maliyet unsuru’ gözüyle bakmaktadır. Mühendislerin imzaları alınıp satılan bir metaya dönüştürülmektedir.
Bu karamsar tablo ülkemizin ve meslek alanımızın kaderi değildir. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası önümüzdeki dönem savaş-salgın-kriz üçgeninde, daha güzel yarınlar için aşağıdaki taleplerin takipçisi olacaktır:
- Emperyalist savaşlara ve işgallere karşı yurtta barış, dünyada barış ilkesi kılavuzumuzdur.
- Toplumsal barış, bilimsel gelişme ve demokratik işleyiş için laiklik ilkesi vazgeçilmezimizdir.
- Demokratik bir anayasa, çoğulcu demokratik parlamenter sistem ve eşitlikçi seçim sistemi ülkemizin temel ihtiyacıdır.
- Ülkemizde toplumsal cinsiyet eşitsizliği kaynaklı çığ gibi büyüyen sorunların çözümü için cinsiyet eşitliği temelli politikalar hayata geçirilmelidir. İstanbul Sözleşmesi uygulanmalıdır.
- Evrensel ve adil bir hukuk düzeni için yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı hayati önemdedir.
- Tahrip edilen devlet kurumları yeniden yapılandırılmalı, devlet kadrolarında her düzeyde görevlendirilecek yurttaşlar liyakat esasına ve objektif kriterlere göre belirlenmeli ve görevlendirilmelidir.
- Eğitim ve sağlık hizmetleri kamusaldır. Nitelikli eğitim ve sağlık hizmetine ücretsiz erişim temel insan hakkıdır. Bu hakkın kullanılmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır.
- YÖK kaldırılmalı, Yüksek Öğrenim Kanunu yeniden düzenlenmeli üniversiteler demokratik ve özerk bir yapıya kavuşturulmalıdır.
- Sendikalar, meslek örgütleri, demokratik kitle örgütlerinin önündeki tüm engeller ve kısıtlamalar kaldırılmalıdır.
- Her sektörde üretimin artırılmasını, işsizliğin minimum seviyelere indirilmesini, hakça paylaşımın gerçekleştirilmesini hedefleyen, planlamaya dayalı, kamucu bir ekonomik sistemin kurulması hedeflenmelidir.
İNŞAAT SEKTÖRÜ
Harekete geçirdiği 200’ü aşkın alt sektör ve sanayi kollarıyla Türkiye’nin en önemli sektörlerinden olan İnşaat sektörü 2017 yılından itibaren kimi zaman inişli çıkışlı eğilimler sergilese de istikrarlı bir daralma halindedir. Özellikle 2020 yılı Covid-19 pandemisi ve buna bağlı dünyadaki üretim ve tedarik süreçlerinde yaşanan sıkıntılar ülkemizde de hissedilmiş böylelikle 2020 yılı inşaat sektörü açısından oldukça zor geçmiştir. 2021 yılının ilk yarısında sınırlı bir genişleme olsa bile, ekonomik istikrarsızlık, yüksek enflasyon, maliyet artışları ve Ukrayna-Rusya savaşı ile ambargoların inşaat sektörünü 2022 yılında daha derin bir durgunluk ve krize sokacağını göstermektedir.
Ülkemizde inşaat sektörünün istihdam potansiyeline sürekli vurgu yapılsa dahi, 1,5 - 2 milyon arasında kişinin istihdam edildiği sektörde 2022 Ocak ayı itibarıyla istihdam sayısı 1,3 milyon civarında olmuştur. İstihdamda artış olmayıp düşüş gözlenirken, inşaat sektörünün cirosunda ise tersi yönde bir artış görülmektedir.
İnşaat sektörünün siyasal bir araç haline dönüştürülmüş hormonlu yapısı, kırılganlığını artırmaktadır. Nitekim 2018 yılından bu yana içinde bulunduğu kriz hali, sürekli büyüme ihtiyacının karşılanamamasından kaynaklanmaktadır.
Konut üretiminden maksimum kazanç elde etme ihtirası, konut stokunda “arz fazlası” halini almıştır. Arz fazlalığı ihtiyaç eksikliğinden kaynaklanmamaktadır. Tam tersine 2002 – 2020 yılları arası kiracı sayısı %10 artarken, ev sahipliği oranı %13 azalmıştır. Bu dönemler boyunca konut üretimindeki temel yönelim, toplumun konut ihtiyacının karşılanmasından ziyade, konutun bir tasarruf aracı, bir servet ve kazanç kapısı olma hali niteliğine bürünmüştür. Ancak gerek dünya ölçeğinde yaşanan para bolluğunun sonuna gelinmesi, gerekse ülkedeki ekonomik sorunlar, ranta dayalı büyüme heveslerinin ve buna bağlı plansız konut arzının sonunu getirmiştir. Tıkanıklığın aşılması için üretilen faizlerin baskılanması formülü enflasyonu tetiklemiş ve dolayısıyla ortaya çıkan maliyet artışı ve pahalılık sorununu çözmek yerine daha da derinleştirmiştir. Sonuçta bu durum dar ve orta gelirli kesimlerin konut sahibi olmalarını sağlamadığı gibi enflasyon ve pahalılık altında daha da ezilmelerine sebep olmaktadır.
Konuttaki arz fazlalığına benzer bir durum diğer kamu yatırımlarında da görülmektedir. Kamu kaynakları, politikleştirilmiş “yatırım” sözcüğü ile tüketilmektedir. Plan ve fizibilite çalışması yapılmayan hemen her projede ölçek veya lokasyon sorunu yaşanmaktadır. İhtiyaç fazlası kapasitelerde inşa edilen havaalanları, limanlar, hemen her ile yapılan devasa büyüklükte stadyumlar, yerleşim birimlerine uzak mesafelerdeki aşırı büyük Şehir Hastaneleri örneklerden bazılarını teşkil etmektedir. Keza Kamu Özel İş birliği adı altında yaptırılan otoyollar, köprüler, hastaneler, havaalanları iktidarın siyasal söylemlerinde yatırım ve kalkınma sembolleri olarak gösterilse bile, gerçekte kullanılamayacak kadar pahalı olan yapılar haline dönüşmekte, dolayısıyla hem sektörü hem de ülke ekonomisinin yapısını bozmaktadır. Bütünüyle kamusal niteliği olması gereken bu türlü yapıların kamuya faydası bulunmamakta, belirli taahhüt firmalarına gelir transferi yapılmasının aracı haline gelmektedir. Örneğin Sağlık Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığının artan inşaat/yatırım maliyetlerinin yeni yatırımlardan kaynaklanmadığı, gerçek maliyetlerinin 10 katı maliyetlerle yıllara sari olarak kamu bütçesinden çıkartıldığını, bunlar yetmezmiş gibi vergi indirimleri, borç yüklerinin kamulaştırılması gibi yöntemlerle de kaynak aktarımı yapıldığını görüyoruz.
Her ne kadar son 20 yılda ivmelenerek artmış olsa da inşaat sektörü sermaye birikiminin aracı haline gelmiştir. Yeni zenginler inşaat sektörü aracılığıyla yaratılmakta ve siyaset bu alan üzerinden finanse edilmektedir. Bu yüzden müteahhitlik alanında hiçbir sınırlayıcı, sorumluluk belirleyici, nitelik ve özellik tarif edici düzenleme yapılmamaktadır. Ülkemizdeki müteahhit sayısı 450 binin üzerindedir. Avrupa’daki toplam müteahhit sayısının 8-9 kat fazlasına tekabül eden bu rakamlar bile sektörün ne ölçüde “serbest”leştirildiğinin ifadesidir.
Bu durum artık son bulmalıdır. Asıl olan, insanların temel konut ihtiyaçlarının karşılanması ve ulaşılabilir altyapı hizmetlerinin üretilmesidir. Ülkemizin kalkınması planlı, eşitlikçi, sürdürülebilir, rasyonel inşaat politikalarından geçmektedir.
Planlama ve projelendirme ilkelerinin giderek aşındırıldığı yapı üretim ortamında denetim mekanizmalarının sürekli esnetilmesinin veya ortadan kaldırılmasının olumsuz etkilediği başlıklardan biri de işçi sağlığı ve iş güvenliğidir. Her yıl ülkemizde binlerce işçi çok basit önlemlerle engellenebilecek iş kazalarında hayatını kaybetmekte, kalıcı ve geçici maluliyetler yaşamakta veya ortaya çıkan sağlık sorunları nedeniyle kısa süreler zarfında iş göremez hale gelmektedir. İnşaat sektörü bu kazaların en sık ve en ağır kayıplarla yaşandığı çalışma sahalarından biridir. Mevzuattaki ve uygulamadaki eksiklerin yanı sıra işçi sağlığı ve iş güvenliği sorumluluğu üstlenilen işle ilgili yeterli eğitim altyapısına sahip olmayanların inşaat sektörü gibi pek çok imalata dair özel bilgi gerektiren bir alanda işçi sağlığı ve iş güvenliği uzmanı olarak görevlendirilebilmeleri önemli sakıncalar doğurmaktadır. Yapı üretimi süreçlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği uzmanı olarak görevlendirilecek kişilerin inşaat mühendisliği veya mimarlık eğitimi almış olanlar arasından seçilmeleri sağlanmalıdır.
ENERJİ VE SU POLİTİKALARI
Enerji, küresel kapitalizmin, hükümetleri değiştiren, uluslararası ilişkilere yön veren, savaşlara ve büyük insani yıkımlara yol açan en önemli yatırım ve faaliyet alanlarından biridir. Uluslararası sermaye sürdürülebilir kalkınma söylemi altında, dünya genelinde enerji üretim ve tüketimini belirlemekte ve kaynakların kendi çıkarları doğrultusunda paylaşımına yön vermektedir. Türkiye'de 1980'li yıllardaki neoliberal dönüşümle temelleri atılan ve 2002'den sonra en etkin şekilde uygulanan özelleştirme, serbestleştirme gibi enerji arzını kamu hizmeti niteliğinden uzaklaştıran ve enerjiyi tam bir ticari meta haline getiren politikalar dışa bağımlılığı arttırmış, kamusal denetimi ortadan kaldırmış, kaynakların plansız ve denetimsiz bir biçimde kullanımına ve çevre tahribatına yol açmıştır. Mevcut iktidarın yönetim süresince, birinci enerji arzında ithal kaynakların payı yüzde68'lerden yüzde 76’lara çıkmıştır. Plansızlığa bağlı olarak enerji yatırımları öyle bir noktaya gelmiştir ki, örneğin bugün mevcut olan elektrik kurulu gücü, Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi'nin (TEİAŞ) 10 yıllık talep tahmin raporunda belirlenen 2026 yılı ihtiyacının bile üzerindedir. Plansızlık ülke kaynaklarının israfına sebep olmakta, faturası ise sadece halka değil gelecek nesillere dahi ödettirilmektedir.
Enerji alanının serbest piyasanın iradesine terk edilmesi ve plansızlık, yıkıcı sonuçlara yol açmaktadır. Kamusal çıkarı esas alan, doğaya ve çevreye en az zarar veren, yerli ve yenilenebilir kaynakları önceleyen, enerjiyi verimli kullanan, enerji yoğun yerine teknoloji yoğun bir ekonomik modeli benimseyen, katılımcı ve şeffaf bir anlayışla bir planlama yapılması gerektiği en önemli kriter olarak ortaya çıkmaktadır.
Siyasi iktidar enerji politikalarında dışa bağımlılığı azaltma ve Türkiye’nin su kaynaklarını değerlendirme söylemleriyle son yıllarda nehir tipi hidroelektrik santral (HES) yapım çalışmalarına hız vermiştir. Ancak bu söylemin geri planından sadece derelerle de sınırlı olmayan özelleştirmeler, su kullanım hakları ve alt piyasalaştırılmasının önü açılmıştır. Gerçek bir çevresel etki değerlendirmesi yapılmadan, plansız ve projesiz olarak ihale edilen ve dereler üzerinde, denetimsiz olarak inşa edilen hidroelektrik santralleri çevreyi, ekolojik sistemi, doğal ve sosyal yaşamı ciddi anlamda olumsuz etkilemektedir.
Roma Hukukundan bu yana insanoğlunun egemenlik kuramadığı ve özel mülkiyete konu edemediği varlıkların başında su gelmektedir. Ancak bu doğal kaynak, uzunca bir süreden beri çok uluslu şirketlerin daha çok su egemenliği kurma niyetlerine bağlı olarak tartışma gündemine gelmiştir. Uygulamaya konulan küresel ekonomik politikalar suyu, bedeli piyasa gerekleri doğrultusunda müşteri tarafından karşılanması gereken ticari bir meta olarak ele almıştır.
Oysa su tüm canlılar için temel bir ihtiyaç ve yaşamsal bir haktır.
Su kaynaklarının içme-kullanma, tarımsal sulama, endüstri suyu veya enerji üretimi amacıyla tüm kullanıcıların hizmetine sunulması devletin önemli görevleri içinde yer almakta ve bu hizmetler kamu hizmeti olarak adlandırılmaktadır.
Bu nedenle, suların kullanılmasında ve su yapılarının planlamasında; eko-sistem, biyolojik çeşitlilik, gıda güvenliği, kentsel ve kırsal alan ihtiyacı, sanayi ihtiyacı, enerji ihtiyacı (HES) açılarından bütüncül olarak değerlendirilmelidir.
ULAŞTIRMA POLİTİKALARI
Ulaştırma sektörü ekonominin diğer sektörleri üzerindeki doğrudan etkileri ve kamusal hizmet üretimi özelliği itibarıyla stratejik bir sektördür.
Bugün dünyada; kent içi ve kent dışı taşımacılığın birbiriyle uyumlaştırıldığı, denizyolu, havayolu, karayolu, demiryolu ve boru hatları ile yapılan taşımacılığın birlikte değerlendirildiği, taşımacılıkta oluşan taleplerin alternatifleriyle birlikte ele alındığı ve toplu taşımacılığı birincil kılan ulaşım politikalarının uygulandığı görülmektedir.
Ülkemizde ise toplumsal afet haline gelen trafik kazalarının ve trafik sıkışıklıklarının yalnızca güvenli ve geniş yol projeleri ile çözülebileceği gibi yanlış bir imaj yerleştirilmekte ve bu yönde bir kamuoyu oluşturulmaktadır. Oysaki bu durum ulaşım sektöründeki yapısal bozukluktan kaynaklanmaktadır.
Bugün ülkemizdeki yük taşımacılığının yaklaşık yüzde 88,1’i karayolu, yüzde 4,80’i demiryolu, yüzde 6,4’ü denizyolu, binde 7’si havayolu ile yapılmaktadır. Yolcu taşımacılığının ise yüzde 91’i karayolu, yüzde 6,9’u havayolu, yüzde 1,6’sı demiryolu, binde 5’i denizyolu ile yapılmaktadır.
Güvenli karayolu yapmak şüphesiz ki önemlidir. Ancak sadece güvenli yollar yapmakla bu sorunu çözmek olası değildir. Taşıma türleri içerisinde trafik kazası yönünden en riskli olanı karayolu taşımacılığıdır. Trafik güvenliği; ulaşımda karayollarının payının azaltılması ve kaza riski minimum olan diğer taşıma türlerinin sektörel paylarının artırılması ile sağlanabilecektir.
Ulaştırma yatırımları sadece kârlılık hedefiyle değil, ekonomik kalkınma, sosyal, siyasi, güvenlik, kitle taşımacılığı ve kamu yararı gibi kriterlere göre de değerlendirilmesi gerekli yatırımlardır. Esasen bir kamu hizmeti olan ulaştırma yatırımları ülkemizde siyasi rant hesaplarının en çok yapıldığı alandır.
Bugün siyasi iktidar ulaştırma alanındaki yatırımlarıyla çok övünmektedir. Ancak şeffaflıktan uzak yöntemlerle ihale edilen ve üretilen, işlevsel olmaktan uzak ve pahalı, Osman Gazi Köprüsü, üçüncü köprü, Çanakkale Köprüsü ve Otoyolları, İstanbul Havalimanı, Galataport, Haliçport, Avrasya Tüneli gibi yatırımların birçoğu özelleştirmeye yöneliktir. Bu yatırımların tamamı Kamu-Özel Sektör İş Birliği (KÖİ) kapsamındadır.
Özelleştirmelerin bir başka şekli olan KÖİ uygulamalarıyla, kamusal varlıkların işletme ve kullanım hakkı, on yıllar boyunca yandaş firmalara, yerli-yabancı ortaklıklarına bırakılmaktadır. Ayrıca bu projelere yönelik arsa tahsisi, sigorta primi desteği, enerji teşviki, hizmet alım taahhüdü, abartılı ciro garantileri, bütçe ve denetim dışı tutulmaları gibi hususlarla yatırım ve işletme maliyetinin büyük bir kısmı kamuya yüklenmektedir. Bu uygulamaların ulaştırma yatırımlarına uyarlanması sonucu, bütün ulaşım türleri ve ulaştırma altyapısı, tamamen özelleştirilmektedir.
ÇED süreçlerinden de muaf tutulan bu projelerle kamuoyunun yakından bildiği üzere çevre talan edilmekte, ekolojik dengeler alt üst olmaktadır. Bu nedenle ulaştırma altyapısı ve işletmeleri için uygulamaya konulan özelleştirme plan ve programları derhal durdurulmalıdır. Ulaştırma sektörünün kaderi özel sektöre terk edilmemelidir.
Ekolojik dengeleri alt üst edecek bir proje de Kanal İstanbul projesidir. İstanbul’un su kaynaklarının bir kısmını yok edecek, bir kısmının da yapısını bozacak, Karadeniz’in, Marmara Denizi’nin ve hatta komşusu olan Ege Denizi’nin ekolojik yapısını değiştirecektir. Kuzey Anadolu Fayına 11 km yakındaki Kanal İstanbul projesi beklenen İstanbul depremi ile bağlantılı olarak irdelendiğinde, kanalın kendi yapısı, proje kapsamındaki köprü ve tünellerin, kıyı-liman yapıları gibi mühendislik yapılarının deprem riskleri bölgedeki zemin yapısı nedeniyle, şüphesiz ki büyüktür.
Bu tür mühendislik problemlerinin yanı sıra, İstanbul depremi sonrası afet yönetimine Kanal İstanbul’un olumsuz etkisi de kaçınılmazdır. Mevcut durumda bile deprem toplanma alanları, ulaşım güzergâhları yok edilen kentin, bu proje ile ikiye bölünmesi sonucunda afete müdahale olanakları daralacaktır. Bölünmüş bir kentin deprem sonrasında nasıl tepki vereceği, kentin her iki yakasına arama kurtarma ekiplerinin ve yardımların nasıl ulaşacağı büyük bir bilinmezliktir. Kanal İstanbul projesi, medeniyetlerin beşiği kadim İstanbul kentinde, telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açabilecektir.
Türkiye’nin ulaştırma politikalarının planlı bir programla “bütünlüklü” ve “entegre” kılınması gerektiğini sık sık dile getirmekteyiz. Henüz sektöre yönelik ulaştırma ana planı yoktur. Uzun ve kısa erimli hedefleri olan bir ulaşım ana planına ihtiyaç vardır. Aynı ihtiyaç kent ölçekleri için de geçerlidir.
Bu planlara paralel olarak, plan hedeflerini, yatırım bütçelerini, uygulama sonuçlarını takip edecek, tüm ulaşım türlerinin mevzuat ve yapısal problemlerini çözecek, sektörün veri tabanını yapılandıracak, planlayacak, izleyecek, denetleyecek ve değerlendirecek, merkezi bir yapılanma oluşturulmalıdır.
Mevcut sistemlerin kapasitelerinin tam olarak ve verimlilikleri geliştirilerek kullanılması ve ulaşım sektöründeki petrol bağımlılığının azaltılması hedeflenmelidir.
AFETLER VE DEPREM
Yapılan çalışmalar; ülkemizde son 50 yılda afet sayısının beş kat arttığını ortaya koymaktadır.
Dünya Meteoroloji Teşkilatı’nın (WMO) 2021 sonu itibariyle hazırladığı dünya geneli için “Son 50 Yılın Afet İstatistikleri” raporu; hava durumu, iklim ve su ile ilgili olarak 11.000'den fazla afet olduğunu, neredeyse her gün bir afet yaşandığını ve bunun da 2 milyonu aşkın can kaybına yol açtığını ortaya koymaktadır. Son elli yılda günde 115 kişi doğal afetler nedeniyle yaşamını kaybetmiştir.
İklim değişikliğinin yanı sıra hızlanarak artan kentleşme, özellikle plansız kentsel büyüme, temel altyapı ve benzeri hizmetlerin eksikliğini yaşayan şehirler için karmaşık riskler yaratıyor. Neredeyse tüm şiddetli hava olaylarının, taşkınlara, heyelanlara, çığlara ve hatta yangınlara sebebiyet vererek birer felakete dönüşmesi, tıpkı depremlerde olduğu gibi yanlış yerleşme, yanlış arazi kullanımı ve yanlış yapılaşma olduğu gibi aynı zamanda önlemlerin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.
17 Ağustos 1999 Marmara Depreminden bugüne geçen 23 yılda, üzülerek görüyoruz ki meydana gelen depremler ve diğer doğa olaylarının afete dönüşmesi sonucunda yaşanan can kayıpları, sosyal ve ekonomik travmalar siyasal iktidara hiçbir şey öğretmemiştir. Bilim ve meslek çevrelerince ortaya konan risk ve afet yönetimine ilişkin görüşlere, alınması gerekli önlemlere dikkat çeken açıklamalara itibar edilmemiş, yıllar süren çalışma ve raporlar göz ardı edilmiştir. Bu ihmal ve umursamazlık nedeniyle yıllar içinde yaşanan felaketlerde binlerce insanımız hayatını kaybetmiştir.
2020 yılında dünyanın farklı ülkelerinde 6.5 üzerinde gerçekleşen depremlerin tamamında sadece 13 kişi hayatını kaybederken, Türkiye'de gerçekleşen Elazığ ve İzmir depremlerinin sonucunda yaşanan can kaybı 158 olmuştur. Kayıplar ve yıkımlar ülkemizde depremlere hazırlığın ne kadar yetersiz olduğunu, ihmal ve umursamazlığın boyutlarını, siyasal iktidarın “ders almama” direncini, vahşi ve ahlaksız kapitalizmin felaketleri ranta çevirme becerisini açıkça gözler önüne sermektedir.
Devlet, asli görevlerinden biri olan doğa kaynaklı afetlerin oluşturacağı zararları en aza indirme sorumluluğunu yerine getirmelidir.
İŞSİZLİK
İnşaat Mühendisleri arasında 2012 yılında %6 civarında olduğu tahmin edilen işsizlik oranının 2020’de %19, 2021 yılında ise %30’lara yaklaştığı görülmektedir.
Serbest piyasa kurallarının sermaye lehine maliyetleri düşürme politikaları, mühendislik hizmetlerinin fiilen ortadan kaldırılmasına veya niteliğinin düşürülmesine sebebiyet vermektedir. Hükümetler ve devlet organları ise bu duruma ya seyirci kalmakta ya da çıkar grupları yanında saf tutmaktadır.
Yukarıda bahsedilen işsizlik oranlarına rağmen ülkemizde önemli ölçüde mühendislik hizmeti açığı bulunmaktadır. Mühendislik hizmetlerindeki açık her depremde, sel ve heyelanda topluma bedel ödettirmektedir. Verilmeyen her mühendislik hizmeti enerji kaybı, maliyet artışı, israf, güvenlik açığı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Oysa kamu yararını gözeten bir anlayış değişikliği ve basit önlemlerle kâğıt üzerinde veriliyormuş gibi görünen mühendislik hizmetlerinin gerçekten yapılmasını sağlamak ve bu sayede işsizliği ortadan kaldırmak mümkündür. Bu hizmetlerin kâğıt üzerinde olmaktan çıkarılıp gerçeğe dönüştürülmesi, topraklarının neredeyse tamamı deprem gibi afet riskleri taşıyan ülkemizin can ve mal güvenliği açısından da son derece önemlidir.
Bu çerçevede;
- Yapı Denetim Kuruluşlarında ve Laboratuvarlarda çalışan/çalışması gereken personelin varlığını, faaliyetlerini daha sıkı denetleyecek mekanizmalar kurulmalı, bu personelin kamu hizmeti yaptığı gerçeğinden yola çıkarak kamu görevlisi olarak hakları ve ücretleri güvenceye alınmalı, bağımsızlıkları ve güvenlikleri sağlanmalıdır.
- Şantiye Şefliği hizmetlerinin fiilen sağlanması yönünde denetim mekanizmaları oluşturulmalı, her şantiyeye bir şef istihdamı uygulaması hayata geçirilmeli, Şantiye Şefliğinde İnşaat Mühendislerinin oranı arttırılmalı, Şantiye Şeflerinin hak ve ücretleri yasal güvenceye alınmalıdır.
- Kamu kurumlarında, yatırımcı kuruluşlarda, belediyelerde kadro açıkları ivedilikle kapatılmalı, kamu kurumlarında zaafa uğratılan mühendislik-kontrollük hizmetleri yeniden tesis edilmeli, kamu kurumlarına personel alımlarında kayırmacılık ortadan kaldırılarak liyakate önem verilmeli, sözlü sınav kaldırılmalıdır.
- Depreme hazırlık, zorunlu bir kamu görevi ve hizmetidir. Bu çerçevede yerel yönetimler dahilinde bina, altyapı izleme ve inceleme birimleri oluşturulmalı, gerek envanter çalışmaları, gerekse iskan sonrası periyodik denetimleri yapılmalı, bu işler için mühendis ve mimar istihdamı sağlanmalıdır.
- Yapım, Proje ve Müşavirlik hizmetleri için yapılan kamu ihalelerindeki anahtar teknik personel sayısı artırılmalı işin gerekliliğine göre gerçekçi bir düzeye çıkarılmalıdır. Bu personelin çalıştırılıp çalıştırılmadığının denetlenmesine özel önem verilmelidir.
- Ruhsata tabi işlerde faaliyet gösteren müteahhitlik firmaları için, yaptıkları işlerle uyumlu oranda mühendis-mimar ve yardımcı teknik eleman istihdamı zorunlu hale getirilmelidir.
- Ülkemizdeki uluslararası projelerde veya yurt dışında hizmet veren müteahhitlik, müşavirlik veya özel hizmet firmalarının Türk vatandaşı mühendis ve mimarları tercih etmeleri, teşvik veya cezai yöntemlerle tesis edilmelidir.
- TMMOB yasasına TMMOB ve bağlı Odaların asgari ücret belirleme hak ve yetkisi eklenmeli, meslektaşlarımız için SGK ile TMMOB arasında imzalanan Ücretli Çalışan Mühendis, Mimar ve Şehir Plancılarının Asgari Ücret Denetim Protokolü ivedilikle tekrar yürürlüğe konulmalıdır.
PROJE VE MÜŞAVİRLİK
Günümüzde ve özellikle konut sektöründe proje hizmetleri çok büyük bir nitelik erozyonuna uğramış bulunmaktadır. Serbest piyasa koşulları vahşi bir sömürü ortamı yaratırken, mühendislik diplomasına sahip herkesin proje üretebilme imkânı ise haksız bir rekabet ortamı yaratmakta, mühendislerin emeğinin istismarına ve yetkilerinin kötüye kullanımına yol açmaktadır. “İmzacılık” olarak adlandırılan, hizmet üretmeden sorumluluk alıp bürokratik prosedürü tamamlama işlemleri diğer alanlarda olduğu gibi projecilik alanlarında da ne yazık ki oldukça yaygın bir şekilde sürmektedir.
Oysa sağlıklı ve güvenli yapılaşmanın en önemli mühendislik ayağı projecilik ve müşavirlik hizmetleridir.
Bilgi ve deneyim gerektiren bu hizmetlerin sağlıklı bir şekilde verilebilmesi için;
- Proje üretiminde ve müşavirlik hizmetlerinde bilgi ve deneyim sahibi yetkin kişilerin hizmet verebilmesini sağlamak amacıyla 3458 sayılı Mühendislik ve Mimarlık Hakkındaki kanun ile 6235 sayılı TMMOB Kanununda, Yükseköğretim Kanununda ve ilgili mevzuatta gerekli değişiklikler yapılmalıdır.
- Proje ve Müşavirlik alanlarında da asgari ücret belirleme yetkisi TMMOB ve bağlı Odalarına verilmeli ve uygulaması takip edilmelidir.
- Meslek örgütlerinin, üyelerinin mesleki faaliyetlerini takip edebilmeleri, denetleyebilmeleri ve belgelendirebilmelerinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.
- Proje ve Müşavirlik alanında çalışan bürolar desteklenmeli, çeşitli vergi muafiyetleri getirilmelidir.
YAPI DENETİMİ
4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanunu ile kurgulanan sistemde, denetim hizmetinin “kamusal” niteliği yok sayılmış ve ticarileştirilmiştir. Oysa yapı denetim hizmeti piyasa dengelerine ve serbest piyasanın rekabetçi koşullarına terk edilemez.
Mevcut sistemin asli unsurları olan yapı denetim kuruluşları doğası gereği kâr amaçlıdır. Devlet bu kuruluşlar üzerinde etkin bir denetim mekanizması da kuramamıştır. Dolayısıyla Yasa kapsamında, inşa edilen yeni yapıların, istenilen düzeyde, güvenli, sağlıklı ve kaliteli olması sağlanamamıştır.
Yapı denetim sisteminde kurucu ortakları da dâhil olmak üzere proje ve uygulama denetçisi, kontrol mühendisi, laboratuvar denetçisi ya da şantiye şefi olarak çok sayıda mühendis ve mimar yer almaktadır. Sistem, bünyesindeki her bir aktör için farklı sorunlar barındırmaktadır.
Yapı Denetim Kuruluşlarının ortakları verilen hizmet için alınan bedellerin azlığından şikâyet etmekte; denetim hizmetlerinde yaşanan kalite sorununu, “imzacı” tabir edilen çalıştırılmaksızın imzası kullanılan mühendisleri, fiilen çalıştırılan mühendislere ödenen ücretlerin yetersizliğini devlet tarafından belirlenen bu bedelin yetersiz kalışına bağlamaktadır. Bu yakınmalarda haklılık payı vardır elbette. Zira devlet 595 sayılı KHK ile oluşturulan yapı denetim sisteminde %4-8 oranında belirlediği hizmet bedelini müteahhit kesimin baskıları ile 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanunun sürecinde önce %3’e sonra da %1,5’e düşürmüştür. Hizmet bedelleri üzerinde bu kadar oynanması ve giderek azaltılması dahi yapı denetim sisteminin nitelikli yapı üretimini sağlama hedefinden ne kadar uzak olduğunun, hukuki deyimle “şekli zorunluluk”tan dolayı oluşturulduğunun açık bir göstergesidir.
Sistemde denetçi, kontrol elemanı ve şantiye şefi olarak yer alan mühendis ve mimarlar ise ekonomik sorunların yanı sıra ücretli çalışmanın getirdiği sorunlarla da boğuşmaktadır. Meslektaşlarımız, hem yapı denetim firmalarının denetlemekle yükümlü olduğu alanın fazlalığı hem de birçok denetçi ve kontrol elemanının sadece diplomalarının ve imzalarının kullanılması nedeniyle firmaların tüm iş yükünü omuzlarında taşımakta, üstlendikleri sorumluluğa göre son derece düşük ücretlerle çalıştırılmakta, bırakınız mühendislik asgari ücretini zaman zaman devletin belirlediği asgari ücretten bile daha az ücret almakta, üstelik hak ettikleri ücretleri dahi zamanında alamamakta, her an işsiz kalabileceği endişesi taşımakta, şirket sahipleri ve yöneticilerinin hiyerarşik baskılarına maruz kalmakta, bir yandan yapı üretim sürecinde görev alan eğitimsiz ve vasıfsız usta, kalfa ve işçi gibi meslek mensupları ile uğraşırken diğer yandan yapı sahibi veya yüklenici tarafından proje dışı imalatları görmezden gelmeye zorlanmaktadır.
İşveren vekili sıfatı nedeniyle yapı işyerlerinde iş kazaları da dâhil olmak üzere yapı işyerlerinde oluşabilecek her türlü sorunun doğrudan muhatabı olan şantiye şefleri, tam zamanlı olarak çalışmaları gerekirken sistemde aynı zamanda 5 ayrı işyerinde şantiye şefliği yapmalarına olanak tanınması nedeniyle, üstlendikleri tüm bu sorumlulukların gereklerini yerine getirmekten uzaktır.
Sistemin sağlıksız kurgusu ve suiistimaller nedeniyle görevini layıkıyla yapamayan ya da firma sahipleri tarafından ruhsatlı projesine aykırı uygulamalara onay vermeye zorlanan birçok mühendis ve mimara, Bakanlık tarafından açılan soruşturmalar sonucu meslekten men cezasına varan cezalar verilmektedir. Sistem yarattığı kaosun tek suçlusu olarak emeği ile kazanan mühendis ve mimarları görmekte ve hedef tahtasına oturtmaktadır. Zira yasanın uygulama sürecinde karşılaşılan güçlükler giderilmediği gibi yapılan değişiklikler sadece yapı denetim firmaları lehine olmuş, sayıları yüz binleri bulan mühendis ve mimar çalışanlar için koşullarını iyileştirici en ufak bir düzenleme yapılmamıştır.
- Sağlıklı işleyen bir sistemde planlama, projelendirme, üretim ve denetim hizmetlerinin birbirinin olmazsa olmazı ve tamamlayıcısı olduğu gerçeğinden hareketle başta İmar Kanunu olmak üzere Yapı Denetim Kanunu, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ve ilgili tüm Kanunlar ve bağlı yönetmelikleri kamu yararı ilkesi gözetilerek ve bütüncül bir anlayışla yeniden düzenlenmelidir.
- Mevcut Yapı Denetim Yasasının öngördüğü, ticari yanı ağır basan yapı denetim şirketi modeli yerine; uzmanlık ve etik değerlere sahip yapı denetçilerinin etkinliğine dayalı, meslek odalarının sürece etkin katılımını sağlayacak yeni bir denetim süreci modeli hayata geçirilmelidir. Bu modellemede proje denetimi ile yapı denetimi birbirinden ayrılmalıdır.
- Mesleğinde tecrübeli ve etik değerlere sahip mühendis ve mimarların görev üstlenmelerini sağlayabilmek için, meslek odalarının anayasal hakkı olan “belgelendirme yetkisi” Bakanlık tarafından kabul edilmeli ve bu çerçevede gerekli düzenlemeler ivedilikle yapılmalıdır. Sistemde görev alan tüm mühendis, mimarların sicilleri kayıtlı oldukları Meslek Odaları tarafından tutulmalıdır.
- Meslektaşlarımızın etkin ve verimli çalışması için sistem içerisinde uygun çalışma ortamları sağlanmalı, özlük hakları iyileştirilmeli ve TMMOB asgari ücretinin altında ücret almamaları sağlanmalı, TMMOB asgari ücretinin altında bir bedelle mühendis, mimar çalıştırdığı tespit edilen yapı denetim kuruluşlarına cezai yaptırım uygulanmalıdır.
- Mevzuata uygun etkin bir denetim hizmeti verilebilmesi için yapı denetim kuruluşları için belirlenen hizmet bedeli artırılmalıdır.
- Şantiye Şeflerinin tam zamanlı olarak şantiyelerde istihdamı sağlanmalıdır.
İNŞAAT MÜHENDİSLİĞİ EĞİTİMİ
Hâlihazırda verilmekte olan İnşaat Mühendisliği eğitiminin artık iflas etmekte olduğunu söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Ülkemizdeki mühendislik eğitiminin belli bir planlamaya göre yapılmadığını, özel üniversitelerin bölüm açma reflekslerinin günlük piyasa kurallarına göre oluştuğunu, o dönem hangi meslekler popüler ise birer “müşteri” olan öğrencilerin yönelimlerinden nemalanma çabasına girildiğini, devlet üniversitelerinin ve bölümlerinin ise tamamen siyasal popülizm sebebiyle açıldığını biliyoruz. Son birkaç yılda sınırlanmalarına rağmen doldurulamayan kontenjanlar, bundan böyle bu politikaların kaldırılamaz-sürdürülemez olduğunu göstermektedir. Doğaldır ki gençlerimiz 4-5 yılını (emeğini, zamanını, parasını) harcayıp işsiz kalacakları bir mesleğe yönelmiyorlar. Bu durum mesleğimizin geleceği açısından son derece kaygı vericidir.
- Tüm ikinci öğretimler kapatılmalıdır.
- Teknoloji Fakültelerinde inşaat mühendisliği eğitimine son verilmeli ve ara eleman yetiştirilmesi amacıyla yeniden yapılandırılarak inşaat alanına katkı vermeleri sağlanmalıdır.
- Her üniversiteye inşaat mühendisliği bölümü açılması anlayışından vaz geçilmelidir. Altyapı ve üstyapısı eksik olan üniversitelerdeki inşaat mühendisliği bölümleri kapatılmalı, buralardaki teknik imkân ve öğretim üyesi kaynakları ülke ihtiyaçlarına göre belirlenecek sayıda üniversitede bir plana bağlı olarak toplulaştırılmalıdır.
- İnşaat mühendisliğinde verimli bir eğitimin verilebilmesine yönelik olarak öğrencilerden istenmesi gereken asgari temel bilgi seviyeleri nesnel olarak tespit edilmeli, bu seviyeye karşılık gelen bir önceki yıla ait başarı sırası ilgili yılın taban başarı sırası olarak kabul edilmelidir. Vakıf üniversitelerinde, aynı üniversitede öğrenciler arasında temel bilgi seviye farkı oluşmasına izin verilmemelidir.
- Üniversiteye giriş sınavlarında baraj puanı uygulamasına geçilmeli, baraj puanı İnşaat Mühendisliği mesleğinin önemine karşılık gelecek bir seviyeye çıkarılmalıdır.
- Akademik kadrolaşmada liyakat ön planda tutulmalıdır. Akademik çalışmalar ve buna bağlı unvanlarda hassas, özenli ve bilimsel etiğe uygun davranılmalıdır.
- Her öğrenciye rahat yaşam olanakları sağlanmalı, karşılıksız ve şartsız burs verilmelidir.
- Üniversitelerin bütçeleri ile akademik personelin ücretleri artırılmalıdır.
- Üniversiteler özerkleşmeli YÖK kaldırılmalıdır.
- Akademik personelin Teknokentler aracılığı ile ticari ilişkiler içerisine girmesi engellenmeli, üniversitelerin kendi mezunlarıyla rekabet eder hale gelmesi önlenmelidir. Üniversitelerin sektörlerle ilişkileri ARGE faaliyetleri veya özel proje danışmanlığından öteye geçmemelidir.
YETKİN MÜHENDİSLİK VE BELGELENDİRME
Bilim ve teknolojinin günümüzde eriştiği düzeyde, mühendislik ve mimarlık lisans eğitimi “meslek yaşamı boyunca sürecek eğitime olanak sağlayan temel eğitim” olarak da tanımlanmaktadır. Bu bağlamda, gerek “mesleki yeterlilik” gerekse “uzmanlık” ancak lisans eğitimi sonrasında meslek içi eğitim ve deneyim ile kazanılabilir. Bu nedenle üniversiteden mezun olanların asgari bir meslek deneyimi elde etmeden, toplumun güvenliğini, sağlığını ve refahını doğrudan etkileyen alanlarda faaliyet göstermesi doğru değildir.
Yetkin Mühendislik meslektaşlarımız açısından, mesleki niteliği artıran, eğitimi meslek hayatının tamamına yaymayı amaçlayan, bilgiyi dinamik kılan, mesleki alanımıza adil ve eşitlikçi özellik kazandıran, öğrenmeyi ve gelişimi sürekli kılan, etik değerlere bağlılığı zorunlu hale getiren bir uygulama olarak görülmektedir. Yetkin Mühendisliğe, inşaat mühendisliği uygulamalarının etkinleştirilmesi, niteliğinin artırılması, mesleki uygulamalarda toplum yararının gözetilmesi ve güvenilir hizmet verilmesini sağlayacak bir misyon yüklemiştir. Bu haliyle Yetkin Mühendislik mesleki niteliğin artırılmasının yanı sıra toplumsal bir ihtiyaç durumundadır.
Bu ihtiyaç on yıllardır dile getiriliyor ve devlet kurumları dâhil hemen herkes tarafından kabul ediliyor olmasına rağmen hala yok sayılmaktadır. Çünkü Yetkin Mühendislik uygulamasının ve belgelendirme işlemlerinin adresi, doğası gereği ilgili meslek kuruluşlarıdır. Meslek alanlarının niteliğinin artırılarak düzenlenmesi ve mesleki yetkilendirmenin mesleki formasyona göre yapılması kimi çıkar çevrelerince engellenmektedir.
İnşaat Mühendisleri Odası ve TMMOB bugüne kadar pek çok model oluşturmuş ve uygulamaya çalışmıştır. Meslek örgütlerinin bu zengin deneyimlerinin hayata geçirilmesi için 3458 sayılı Mühendislik ve Mimarlık Hakkındaki kanun ile 6235 sayılı TMMOB kanunlarında, Yüksek Öğrenim Kanunu ve ilgili diğer mevzuatta gerekli değişiklikler yapılmalıdır.
Sonuç olarak; TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası geçmişte olduğu gibi önümüzdeki dönemde de demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini, barışı ve laikliği savunacaktır. Odamızın tüm organ ve birimlerinin yapacağı çalışmalarda ve etkinliklerinde meslek ve meslektaş sorunlarının toplumun sorunlarından bağımsız olmadığı bilinciyle, bilim ve tekniği rehber edinerek, hiçbir vesayet ilişkisine dâhil olmadan, ülke kaynaklarının, çevrenin, tarihi değerlerin ve kültürel mirasın, toplum çıkarının korunması için çalışmaya devam edecektir.