İMO Yönetim Kurulu Başkanı Taner Yüzgeç Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Toplantısına Katıldı
Eklenme Tarihi: 08/11/2022
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Sosyal İşler, Sağlık ve Sürdürülebilir Kalkınma Komitesi’nin 22 -23 Eylül 2022 tarihlerinde İzmir’de düzenlediği toplantıların ilk günkü oturumuna Odamız Yönetim Kurulu Başkanı Taner Yüzgeç ve ODTÜ İnşaat Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Erdem Canbay katıldı.
Komite Başkanlığını İzmir Milletvekili Selin Sayek Böke’nin yürüttüğü toplantıyı Avrupa Komisyonu üyesi ülkelerden 50’ye yakın parlamenter izledi.
Odamız Yönetim Kurulu Başkanı Taner Yüzgeç Afetler ve Afet Politikaları üzerine bir konuşma yaparken, Prof. Dr. Erdem Canbay ise Depremler ve Deprem çalışmaları hakkında bir sunum yaptı.
İMO Yönetim Kurulu Başkanı Taner Yüzgeç’in yapmış olduğu konuşma:
Değerli Parlamenterler,
Değerli Konuklar,
Saygıdeğer Hanımefendiler ve Beyefendiler
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin siz değerli üyelerini İnşaat Mühendisleri Odası adına dostlukla ve saygıyla selamlıyorum.
Afetler ve Afet Yönetimi politikalarına ilişkin görüşlerimizi sunmak için toplantınıza davet edilmiş bulunmaktayım. Öncelikle bu fırsatı bana veren İzmir Milletvekili Sayın Selin Sayek Böke’ye teşekkürlerimi sunuyorum.
Dünya çapında verilere ulaşmak günümüz imkanlarıyla son derece kolay olması nedeniyle sizleri rakamlarla ve istatistiklerle yormamaya çalışacağım. Ama genel kabul görmüş afet sınıflandırmasından kısaca bahsederek konuşmama başlamak isterim.
Bildiğiniz gibi afetler İnsan Kaynaklı ve Doğa Kaynaklı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Konumuz olan Doğa Kaynaklı olan afetler; Depremler, Tsunami, Volkan Patlamaları, Kütle Hareketleri gibi olanlar Jeolojik afetler, Sel ve Taşkınlar, Deniz Kabarmaları, Heyelan, Çığ gibi olanlar Hidrolojik afetler, Fırtına, Hortum, Sis, Dolu gibi olanlar Meteorolojik afetler, Anormal sıcaklıklar ve Aşırı soğuklar, Sıcak Hava ve Soğuk Hava Dalgaları, Yangınlar gibi olanlar Klimatolojik afetler, Salgın Hastalıklar, Böcek istilaları gibi olanlar ise Biyolojik afetler olarak tasnif edilmektedir.
Bahsi geçen olaylar her ne kadar Afet olarak tanımlansa bile bunlar sadece doğa olaylarıdır. Afet bu doğa olaylarının sonucunda yaşanan yıkım ve tahribatın genel adıdır.
Örneğin bir bölgede yoğun bir yağış sonucu ortaya çıkan sel ve taşkınların etkilerinin kısıtlı ve geçici olması halinde olay, Acil Durum olarak nitelendirilirken, aynı bölgenin başka bir yerinde aynı meteorolojik ve hidrolojik olaylar sonucu geniş ve yıkıcı bir tahribat oluşmuş ise Afet olarak nitelendirilmektedir.
Hemen hemen her gün dünyanın bir köşesinde bir şeyler oluyor. Dünyada her yıl Richter ölçeğine göre 5 büyüklüğünde 1000 civarında deprem olmaktadır. Yine istatiksel olarak her üç günde bir 6 büyüklüğünde deprem oluyor. Ancak bunlardan sadece bazılarının yıkıcı etkisi olmaktadır. Bu etki depremin niteliğinden çok gerçekleştiği bölgedeki yaşam alanlarının maalesef kırılganlığından kaynaklanıyor. Benzer tablolar tayfunlar, taşkınlar ve pek çok doğal olaylar için de söylenebilir.
10 binlerce yıldır insanoğlu parçası olduğu doğanın bu türlü aşırılıklarına karşı uyumlu bir yaşamayı aramıştır.
İnsan, izah edemediği, kavrayamadığı jeolojik ve meteorolojik olayların nedenlerini tarihi boyunca tanrısallıkla yorumlasa bile, kaderine boyun eğmek yerine şiddetli doğa olaylarından sakınmanın yollarını aramıştır.
Bu günün modern dünyasının “Risk Yönetimi” için önemli bir başlık olarak ortaya koyduğu “Mekansal Planlama” kavramı binlerce yıl öncesinde de deneyimlerden çıkarılan derslerle hayata geçirilmekteydi.
Antik Mısırda Nil nehri taşkınları önceleri sorun teşkil ederken sonraları tarımsal sulama kaynağı haline dönüşmüştür.
Atalarımız yerleşim yerlerini seçerken, suya erişebilirliği öncelese bile taşkın yataklarının dışında kalmayı gözetmiş, depremlere karşı sağlam zeminin önemini anlamış ve dolayısıyla yamaçlara yerleşmeye çalışmıştır. Böylelikle tarımsal alanlarını da daha verimli kullanabilmişlerdir.
Ancak üretim ve buna bağlı olarak ticaretin gelişmesiyle kentler ve özellikle kıyı yerleşimleri büyümeye başlamış, doğa olaylarına karşı mekânsal avantajlar ikinci planda kalmıştır. Buna karşılık kentlerin ve kentlerdeki yapıların güvenliği ön plana çıkmaya başlamıştır.
Örneğin 1509 yılında İstanbul’da 7,7 büyüklüğünde olduğu tahmin edilen bir deprem olmuş, kayıtlara göre 5 bin civarında can kaybının olduğu, şehir surlarının ve 1200 civarında yapının yıkıldığı kayda geçmiştir. Bu depremin ardından dönemin İstanbul şehir yönetimi “Deprem Önlemi” olarak İstanbul’da taş yapıyı yasaklayarak evlerin ahşaptan yapılmasına karar vermiştir.
Fakat başka yerdeki başka bir afet insanları farklı önlemler almaya zorlamaktadır. Bu duruma gösterilecek örnek ise 1666 yılında olan Büyük Londra yangınıdır. Kayıtlara göre 13.200 ev yanmış, 80 bin kişinin yaşadığı Londra’da 70 bin kişi evsiz kalmıştır. Bunun yanı sıra pek çok kilise ve kamu binası da kül olmuştur.
Bu yangının ardından sokak ve cadde genişliklerinin artırılması, caddelerin nehre kadar götürülmesi gibi kent planı yapılırken, ahşap ev yapımı yasaklanmış yerine taş ve tuğladan ev yapılması kararı alınmıştır.
Tarihteki bir başka önemli örnek 1755 Lizbon depremidir. Richter ölçeğine göre 9,0 büyüklüğünde olduğu düşünülen deprem ve arkasından gelen tsunami dalgaları şehirde çok büyük bir hasara sebep olmuş, bununla birlikte 60 ila 100 bin civarında insanın ölümüne neden olmuştur. Tarihteki en yıkıcı depremlerden biri olan Lizbon Depremi, pek çok toplumsal ve bilimsel değişimlere vesile olurken, belki de afet sonrası müdahalede organize olup koordineli bir şekilde sürecin yönetilmesi bakımından ilk örneği teşkil etmiştir.
Depremin ardından ordu dahil tüm devlet unsurları harekete geçirilmiş kent güvenliği sağlanmış, kent dışından yiyecek temin edilmiş ve dağıtılmış, kısa sürede depremin şoku atlatılarak Lizbon’un yeniden inşa sürecine girilmiştir. Üstelik bundan sora oluşacak depremlerde yapıların esnekliğini sağlayıp yıkılmasını önlemek amacıyla taş ve ahşap malzemeler birlikte kullanılarak deprem mühendisliğinin ilk örneklerini oluşturmuşlardır.
Yine şehir planlaması açısından da örnek teşkil eden ilk uygulama hayata geçirilmiştir.
Değerli Konuklar,
İnsanoğlunun deneyimlerden yararlanarak sonraki afetlere karşı nasıl önlemler almaya çalıştığına dair örnekler vermeye çalıştım.
Afetler sonuçları itibarıyla sadece can kaybı ve yapısal hasarlara sebep olmuyor, aynı zamanda sosyolojik, psikolojik ve ekonomik kalıcı hasarlar da yaratıyor.
Günümüz dünyasının üretim ilişkilerinin karmaşıklığı ve dengesizliği çarpık kentleşmeye ve doğanın tahribatına neden olurken, bu durum toplumların ve yaşam alanlarının afetler karşısında kırılganlığını artırıyor.
Böylesine karmaşıklaşmış kentlerin, afetler karşısında kırılganlığını azaltmak için ortaya koyulan afet planlaması ve afet yönetimleri de aynı oranda karmaşık bir hal almaktadır.
En basit haliyle Bütünleşik Afet Yönetimi; Risk ve Zarar Azaltma, Hazırlık, Müdahale ve İyileştirme başlıkları altında ele alınmakta ve her bir başlık onlarca alt başlıklar dahilinde makro ve mikro planlamaya, stratejilere, eylem planlarına, organizasyonlara ve maddi kaynaklara ihtiyaç duymaktadır. Ayrıca bunlar afet cinslerine göre de farklılaşabilmekte ve her birisi ayrı ayrı teknik, sosyal ve yönetsel çözümlemeleri gerekli kılmaktadır.
Yaşam alanları ne kadar sorunlu ise Afet Yönetimi ve Planlaması da o denli zorlaşmakta ve kaynak ihtiyacı o denli artmaktadır. Hükümetlerin, devletlerin, yerel yönetimlerin sorumluluk ve görevleri de aynı oranda artmaktadır.
Bu görevlerin yapılabilmesi öncelikli olarak siyasi yönetimlerin samimi isteği ve eylemi ile mümkündür. Çünkü bu faaliyetler için önemli bir kaynak gerekmektedir.
Yöneticiler bazen kısıtlı olan kaynakların bu türlü faaliyet için ayrılmasının seçmenleri nezdinde çok da görünür olamayabileceğini düşünmektedir.
Diğer yandan bazı kesimlerin kent rantı üzerinden sermaye biriktirme çabaları, sağlıklı kentleşmenin önünde engel teşkil etmekte, kamusal planlama ve denetim süreçlerinin zayıflamasına ve bugün yaşanan kent sorunlarının oluşmasına neden olmaktadır.
Afete karşı alınacak önlemler ve hazırlık çalışmaları ise kentsel rant çevrelerinin çıkarları ile çeliştiği için bu faaliyetler öncelik sıralamasında yer bulamamaktadır.
Bu türlü sebeplerden kaynaklı Türkiye’deki Afet Yönetimi, Planlaması ve Hazırlık çalışmaları olması gerekenin çok altında bir seyir izlemektedir.
Türkiye’de sadece kentler değil, kırsal yerleşim yerleri de afetler açısından oldukça fazla bir kırılganlığa sahiptir. Hükümetler önlem almaktan ziyade afet sonrası yara sarma politika ve faaliyetlerine odaklanmış durumdadır.
Değerli konuklar,
Türkiye’de yaşanan afetlerin yaklaşık %70’i deprem ve taşkınlardan oluşmaktadır. Ancak depremler yarattıkları tahribat ve sebep oldukları ölüm oranları açısından diğer afet türlerinin %60 ile açık ara önünde bulunmaktadır.
20. Yüzyılın başından itibaren Türkiye’de 85 yıkıcı deprem meydana gelmiş ve yaklaşık 85 bin civarında can kaybına sebebiyet vermiştir. Yani ortalamada her 1,5 yılda bir yıkıcı sonuçları olan depremler meydana gelmektedir. Dolayısıyla nüfusun %96’sı deprem riski altında bulunan bölgelerde yaşayan yurttaşların öncelikli sorunu, depremlere karşı güvenli yerleşim alanları ve güvenli yapılaşma ihtiyacı olmaktadır.
Sorunun kaynağını plansız ve sağlıksız büyüyen kentleşme oluşturmaktadır. Özellikle mega kentlerdeki riskli bölgelerin dönüştürülmesi, yenilenmesi, güçlendirilmesi için büyük kaynağa ihtiyaç duyulmaktadır.
20 bin civarında yurttaşımızın hayatını kaybettiği ve yaklaşık 20 milyar dolar civarında ekonomik zararın oluştuğu 1999 yılı Marmara depreminin akabinde yer bilim uzmanları, 2030 yılına kadar mega kent İstanbul’u etkileyecek 7,2 ila 7,6 civarında büyüklüğe sahip bir depremin olma olasılığını %64 olarak tespit etmişlerdir.
Bu oran son derece yüksek bir risk potansiyelini ortaya koymaktadır. Yapılan senaryolarda 50 ila70 bin civarında binanın yıkılacağı veya çok ağır hasar alacağı ifade edilmektedir. Bunun sonucu olarak 50 bin ila 300 bin arasında can kaybının olabileceği hesaplanmaktadır. Ayrıca 500 bin civarında binanın da çeşitli oranlarda hasar alacağı öngörülmektedir.
Ancak bu kadar yakın bir tehlikeye ve böylesine büyük bir risk potansiyeline rağmen 22 yılda yapılabilen yapısal dönüşüm çalışması, sadece 70 bin civarında kalmış, çok riskli alanların büyük bir kısmına hala girilememiştir.
Sadece bu da değil okul, hastane, yurt gibi binalarda yapılması gereken iyileştirme çalışmaları ne yazık ki son derece sınırlı kalmıştır.
Bu tip afet hazırlık çalışmalarının tek başlarına yerel yönetimler tarafından yapılabilme şansı yoktur. İstanbul’daki riskli yapı stokunun bırakalım dönüştürülmesini, büyük kısmının tespitinin bile yapılabildiğini söylemek mümkün değildir.
Aynı durum Türkiye geneli için de geçerlidir. Türkiye genelinde 6 milyonun üzerinde riskli yapı varlığından söz edilmektedir. Bu da toplam yapı stokunun %60’na tekabül etmektedir. Bu rakamlar tahmini rakamlardır. 20 yıldır her türlü deprem master planında, strateji ve eylem planlarında yer almasına rağmen bugüne kadar herhangi bir yapı envanter çalışması yapılmamış ve dolayısıyla yapısal risk haritaları da çıkarılamamıştır.
Değerli konuklar,
Yukarıda bahsettiğim konular Afetlere hazırlıklı olmak ve kentsel ve toplumsal kırılganlıkları gidermek hususunda atılması gereken (ve ne yazık ki atılamamış olan) adımlardan sadece bazılarıdır.
Afet hazırlıklarının son derece karmaşık ve çok boyutlu olduğunu daha önce ifade etmiştim. Bu yüzden sorun sadece planların hazırlanması, yasal mevzuatların düzenlemesi değil aynı zamanda hükümetlerin kararlıca meseleye sahip çıkmasıdır. Maddi kaynak sorunu bunun peşinden gelmektedir.
Maddi kaynak dünyadaki bazı ülkeler için birincil sorun olsa bile, Türkiye için çözülemeyecek bir konu olarak görünmemektedir. Çünkü 1999 yılından sonra 20 yıl boyunca toplanan deprem/afet vergilerinin 30 milyar dolar civarında olduğunu tahmin etmekteyiz. Ancak hükümet yetkililerinin açıklamalarından da anlıyoruz ki, ne yazık ki toplanan bu vergiler depreme ve afetlere karşı hazırlık çalışmalarından ziyade, farklı yatırım ve giderlere harcanmış durumdadır.
Bu durum da göstermektedir ki afet sorununun çözümü esas olarak hükümetlerin niyetlerine ve kararlılıklarına bağlıdır.
Değerli Parlamenterler,
Doğa hareketlerinin gücü ve şiddetinin bazen öngörülerin üzerinde olduğu ve hesaplanamayan özellikler taşıdığı, dolayısıyla insanın afetler karşısında kimi zaman çaresiz kaldığı bilinmektedir.
Büyük afetler zengin-yoksul ülke ayrımı yapmadan gerçekleşmekte, ancak sonuçları ülkenin veya bölgenin gelişmişlik düzeyine göre değişmektedir.
Yoksulluk göstergesinin sadece rakamlardan ibaret olmadığı, afetlerin daha çok yoksulları vurmasından anlaşılmaktadır ki, gerçekten de afetlerin olumsuz sonuçları yoksulluğun turnusol kâğıdı olarak görülmektedir.
Nasıl ki Jean Jacques Rousseau 1755 Lizbon depremi sonrası Voltaire’ye yazdığı mektupta "Yaşadığımız acıların nedeni sadece jeolojik değildir. İnsanları deprem değil, yoksulluk öldürüyor" diyerek sorunun sosyolojik boyutlarını da ortaya koyduysa, bu günün dünyası da, afetlerin bu boyutunu görmezden gelemez.
Afet güvenliğinin sağlanması diğer tüm toplumsal olgular gibi siyasal bir etkinlik alanıdır. Dünyada afeti sadece yasal, kurumsal veya teknik bir sorun olarak gören ve bu noktalarda çözmeye çalışan anlayışlar başarısızlığa mahkumdur.
Zarar azaltma, önceden hazırlık ve planlama, afet olayına müdahale, iyileştirme ve yeniden inşa aşamalarını birbirini bütünler bir tarzda kurgulayan bir afet yönetim sistemi etrafında bütünleşmek ve afet etkileriyle toplumsal olarak mücadele etmek zorundayız.
Afetlerden korunmak yönünde istemler insanların doğal talebidir. Daha güvenli, daha sağlıklı ve yaşanabilir çevre her yurttaş için temel bir insan hakkıdır.
Değerli Parlamenterler,
Nitekim Birleşmiş Milletler de tüm dünyada açlık ve yoksulluğa son vermek, iklim değişikliği ile mücadele etmek, bilinçli üretim ve tüketimi yaygınlaştırmak gibi konuları birlikte değerlendirerek, 17 ana başlıktan oluşan sosyal, kültürel ve ekolojik meselelerin çözümüne ilişkin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarını (Sustainable Development Goal) yayınlamıştır.
Bu amaçların 13.’sü İklim Eylemidir. “Dünyamız için ciddi bir varoluşsal risk" olarak değerlendirilen iklim değişikliği ve sonuçları ile mücadeleyi hedefleyen bu “amaç” doğal afetlere karşı dayanıklılığın ve uyum kapasitesinin bütün ülkelerde güçlendirilmesini hedeflemektedir. Fakat bu 13. Madde tek başına ve diğer maddelerden bağımsız olarak değerlendirilemez. İklim değişikliği ile mücadele diğer başlıklarda yer alan konularla doğrudan ilintilidir.
Evet, atmosferik sıcaklık ortalamasının artması meteorolojik ve klimatolojik aktiviteleri sıklaştırmakta ve şiddetini artırmaktadır. Nitekim son 20 yıl içerisinde gerçekleşen meteorolojik hava olaylarının sayısında ve şiddetinde artışlar gözlenmiş, deniz seviyelerindeki yükselme ivmeleri artmış, deniz suyu sıcaklarındaki artış deniz ekosistemini olumsuz etkilemiştir.
Atmosferdeki sıcaklık artışının ana nedeninin insan kaynaklı sera gazı emisyonu olduğu, bunda da en büyük payın karbondioksit gazında olduğu ve bu gazın kaynağının da fosil yakıt tüketimi olduğu tüm dünya tarafından artık neredeyse ezberlenmiş durumdadır. Ayrıca bu emisyonun %50’sinden fazlasının sanayileşmiş birkaç ülke tarafından yapıldığı yine herkes tarafından bilinmektedir.
Ancak, karbon salınımının azaltılmasına, en aza indirilmesine yönelik atılan adımlar ve oluşturulan duyarlılıklar son derece önemli ve kıymetli olmakla birlikte ne yazık ki yeterli değildir.
Çünkü küresel atmosferik ısınmayı durdurabilmek için karbon salınımının azaltılması kadar karbon emiliminin de artırılması gerekmektedir. Bu da ormanların, meraların, okyanus ve denizlerdeki mercanların korunması demektir. Kısaca doğanın, ekosistemin korunması ve geliştirilmesi demektir.
Nüfus artışı, kontrolsüz nüfus hareketleri (göçler), savaşlar, kontrolsüz sanayileşme, plansız ve kontrolsüz kentleşme, kontrolsüz tarım, kontrolsüz sulama, maden işletmeleri, rasyonel olmayan yatırım ve yapılar, kontrolsüz turizm yapıları ve faaliyetleri olmak üzere sermayenin ihtiyaç duyduğu sonsuz ve sınırsız “Talep”, ve ayrıca yoksul ve dezavantajlı kesimlerin yaşama tutunabilmek için yarattığı doğa tahribatları; tüm bunlar, karbon salınımından daha fazla oranda Dünya Ticaret Örgütünün deyimiyle “dünyamız için ciddi bir varoluşsal risk" oluşturmaktadır.
Sonuç olarak; afetlerle mücadele, aslında yukarda bahsedilen konularla mücadeleyi gerektirmektedir öncelikle.
Dinlediğiniz için teşekkür eder, toplantınızın başarılı geçmesini dilerim.